Ahmet Naç’ı ilk olarak “Sen Atatürk’sün Senin Elin Kanar mı?” adında yaptığı etkileyici TED konuşması ile tanıdım. Boyacı öğretmen olarak tanındığını ise yine ilk defa bu konuşmasıyla öğrendim. Bu şekilde tanınmasının sebebi ise İstanbul’da görev almış olduğu sınıfını boyamasından, sınıfın koşullarını öğrencilerin ihtiyaçlarına göre oluşturmasından ve gökkuşağı gibi renklendirmesinden ileri gelir. Ortaokul ve lise yıllarında ise Hababam Sınıfı’ndaki “Ahmet” olarak anıldığından söz eder. İdealist ve mesleğini gönülden yapan bir öğretmen olduğunu bu izlerden görmek zor olmasa gerek.
Ahmet Naç, eğitim programlarına katılarak öğrencilerin yaşadıkları birçok soruna değinir. İlk olarak “Gölge” isimli kitabını çıkarır ardından da size tanıtacağım “Beni Bu Kadar Sevme Anne” kitabını Eylül 2018’de Doğan Kitap aracılığıyla okurlarıyla buluşturur. Her ailenin zorlanmadan okuyabileceği sade ve akıcı bir dil kullanır. Kitapta alt metin olarak vermek istediği mesajlara karakterler yaratıp onların hikâyesi ile süslemiştir anlatımını.
Annelerden çocuklarını bir birey olarak kabul etmesini isterken çocuklarına verilen sonsuz sevginin zararlı sonuçlarını örnekler vererek anlatır. Çocuğun sorumluluklarını üstlenirken farkında olmadan onun sorumluluk bilincini yok ettiğine, bedel ödemeyen çocuğun mutlu ve başarılı olamayacağına vurgu yapar. Anneliğin, çocuğu hayata hazırlamak değil, onun hayata hazır olmasını sağlamak olduğunu ifade eder. Çünkü anneler çocuklarının yanından bir gün gidecekler, onların hayata hazır olması gerekir.
Kitaptan vardığım sonuç ise, her anne baba için çocuğu biriciktir. Anne babanın dünyasında oğulları onlar için prens, kızları ise prensestir. Dünyanın en güzel kızları ve en yakışıklı oğullarıdır. Ancak gözden kaçan muazzam bir detay var ki o da çocuklarının gerçek hayatta kimsenin koşulsuz seveceği prensi veya prensesi olamayacağı gerçeğidir. Bunun bilincinde olarak çocukların her istediklerini yapmayıp onlara mücadele ederek kazanabilme imkânı sunmalıdırlar, ayrıca ellerinden deneyim tecrübesini almayıp onlara yapabilme fırsatı vermelidirler. Kitap bana Doğan Cüceloğlu’nun çok sevdiğim bir anısını hatırlattı ve bu anıyı sizinle paylaşmak istiyorum:
“Yirmi altı yaşındaydım. Amerika’ya yeni gitmiştim. Osgood’un araştırma asistanlığını yapıyorum. Aynı odada, John ve Gary adında iki asistan daha var. Bir cumartesi günü ofise gittiğimde, halının üstünde emekleyen bir oğlan çocuğu gördüm. Gary oğlunu getirmişti. Herkes kendi işini yapıyordu, ben de masama oturdum, çalışmaya başladım. Odada oldukça alçak meşin bir koltuk vardı. Fark ettiğimde, çocuk ona çıkmaya çalışıyordu. Bir bacağını atıyor, tutunuyor ama bir türlü koltuğa çıkamıyordu. Çocuk bunu dört beş kez denedi. Baba bir yandan çalışırken bir yandan göz ucuyla oğlunu takip ediyordu. John ise hiç ilgilenmiyordu; tamamiyle kendi işiyle meşguldü. Çocuk yine deneyip çıkamayınca yerimden kalktım, çocuğun koltuk altlarından tuttum. ‘Hoppa!’ dedim ve onu meşin koltuğun üstüne bıraktım. Çocuk hiç beklemiyordu, önce şaşaladı, sonra koltuğun üstünde öyle kalakaldı. O zaman bilmiyordum, ama şimdi biliyorum, benim anlam çerçevem içinde o küçük çocuk benim yeğenimdi, ben de onun amcası. İçinde büyüdüğüm kasabanın anlam çerçevesi o çocukla aramızdaki ilişkiyi öyle tanımlamıştı. Yeğenim koltuğa çıkmaya çalışıyordu ve amcası olarak ona yardım etmek bana düşerdi. Çünkü babası Gary ve amcası John bir şey yapmaya pek niyetli gözükmüyordu! Vazifesini yapmış bir amcanın mutluluğu içinde gülümseyerek Gary’e baktım. “Neden yaptın?” diye sordu. Vazifesini yapmış bir amcanın rahatlığı içinde, “Çıkmaya çalışıyordu” dedim. Gary, “ben de biliyordum çıkmaya çalıştığını, sen niye yaptın?” diye üsteledi. Şaşırdım ve sinirlendim. İçimden, bu Amerikalılara iyilik yaramıyor, diye düşündüm. Ama merak etmekten de kendimi alamıyorum. Sonra sordu: “Sen ne yaptığının farkında mısın?” İçimden yine sinirlendim. İstanbul psikolojiyi bitirmiş, iki yıl asistanlık yapmış, aydın bir insandım. Ne yaptığımın farkında olmayacak biri değildim. “Bak” dedi, “Çocuk koltuğa çıkacağına inanıyordu. Belki yarım saat, belki bir saat uğraşacaktı ama eninde sonunda çıkacaktı. Öyle ucundan tutmuyordu, çıkacağına inanmış biri olarak, kedi yavrusu gibi tutunmuştu. Bırakmayacaktı, deneyecek, deneyecek, en sonunda çıkacaktı. Çıkınca dönüp bana bakacaktı. Ben de ona, çıktın, diyecektim. Sonra inecekti, yine uğraşacaktı, bir saatte çıktığını belki yirmi dakikada çıkacaktı. Bugün bütün gün onunla uğraşacaktı ve belki de beş dakikada çıkar hâle gelecekti. Bu onun bugünkü zaferi olacaktı. Sen onun zaferini çaldın!” Öylece bakakaldım. Bu hayatımda hiç unutmayacağım bir ders olmuştu bana. Biliyor musunuz, iki hafta sonra Gary’e sordum. Neden sadece “Çıktın!” diyecektin? Neden “Aferin sana oğlum, alkış alkış” değil? Verdiği cevabı hiç unutmayacağım: “Ben zaferine sadece tanık olurum, onun benden aferin almak için başarı peşinde koşması doğru değil. Kendisi için başarır ama benim bildiğimi, gözlediğimi, tanık olduğumu bilir!”
Fatma KÖSE
Aslında benim gibi çoğu birey de çoğu zaman sadece bir takdir bir aferin için başarının peşinde koştu....
Bize farklı bir bakış açısı kazandırdığınız için ve bu konuyu ele aldığınız için teşekkür ederim.❤️