Paragrafların ilk cümleleri yazanına havlu attıracak olur ama hiç unutamadığı bir anısını aktarmak istediğinde bir kedi kadar uysal olur. 2018 yılının sıcak bir yaz gününde beni evinde ağırlayan Amerikalı arkadaşım Paul ile yaptığım sohbette konu film kültürüne ve filmlerin taşıdığı sosyokültürel değerlere değin uzanmıştı. "Bizde her konu için kanıksanmış bir film vardır. Hristiyanlık konusunda ayrı, eğitim konusunda ayrı ayrı filmlerimiz var. Hele ki Er Ryan’ı Kurtarmak bizi resmeder." dediğinde kedimi bu konuyu düşünürken buldum. Bu hâlimi yüzümden okuyan arkadaşım ülkemizde de böyle bir şeyin olup olmadığını sorduğunda biraz çekinerek biraz da isteyerek 1975 yapımı Hababam Sınıfı filmini önerdim. İlkin o zamanlardaki orta seviye yabacı dilim ile terler dökerek içeriğini ve kimi tiplemelerini özetlemeye çalışsam da altyazılı bir şekilde izlemenin onun adına daha iyi olduğunu söyledim. Günün ertesinde bana filmin çok komik olduğunu fakat eğitim sistemini anlatan bir film olmadığını söyledi. "Sistem sadece bir makine midir?" diye yönelttiğim soruma verdiği cevap "Evet, saat gibi" olmuştu. Bu konuşmayı ülkelerindeki siyahî hakları hakkındaki filmlerin 1 yılda üretilen Vietnam Savaşı konulu filmlerin sayısına yaklaşamadığını belirterek ilerletmek istediğimde verdiği cevap hayır oldu. Elbette son cümle sadece zihnimde oynadığım bir Nolan sahnesinden ibaretti. Peki, benden kat be kat yaşlı arkadaşımın böyle bir yorumla geri dönüş yapmasındaki sebep neydi? Bu anının sahibiyim ancak sorunun cevabını ben tek başıma veremem. Çözüme gidecek merdivenin basamaklarını benimle birlikte çıkmak ister misiniz?
Basamağa tuğlayı koymak adına aklımıza ilk gelen eğitim sistemlerinin farklılığı olacaktır elbette. Bir yanda eyaletlerce belirlenen onlarca farklı uygulama içeren Amerikan eğitim sistemi ve diğer yanda da bakanlıkça belirlenen bizim eğitim sistemimiz. Üzerinde rutubetin eksik olmadığı ve onarmak yerine koltuklarına oturanların sadece en yaldızlı boyalarının sürülü olduğu bir duvara benzettiğim güzel yapımız. Tıpkı okuldan kaçmak için Veysel Efendi engelini aşamayan Hababam’ın kazma darbeleriyle deldiği duvar gibi. Pink Floyd, şarkısının ilhamını buradan almış olmalı. Peki ya o duvardaki taşlar neydi? Maddî güç ile yerine sağlam yerleştirilenlerin düşmediği bir yapı. Bu denli genişlemişken, konu olan öğrenciler neredeydi? Çemberin tam ortasındaydılar. Her birinin ışıltıları bakışlarında saklı koca bir sınıf. Şaban’ı, Ferit’i, tulum Hayri’si, güdük Necmi’si ve daha nicesi. Eğitim sistemine değinmek ve kargılamak daha kolay olur ancak bir sanat eserinin ortaya çıkma sürecinin tadı, soğuk bir mart ayında pencere önünde içilen Türk kahvesine eşdeğerdir.
Sanat ve sanatçı kelimesinin bu denli değerli olması benim için yarattıkları eserlerin kalıcılığından gelmektedir. Tıpkı rahmetli Rıfat Ilgaz’ın Stepne takma adıyla yazdığı ve 1957 yılında kitaplaştırdığı eseri gibi. Belki de öğrenciliğinin ilk yıllarından beri senaryosunu oluşturuyordu. İyi bir gözlem yeteneğine ve mutlu olmayı bilen birisi için bu ne kadar zor olabilir ki? Başkalarının göz ucuyla bakıp dil ucuyla bahsettiği konuları ilmek ilmek işleyen bir kişinin hissedeceği duyguyu ben mutluluk olarak görüyorum. Gücünü cesaretten alan bir histir bu. Ancak farkındalığın ve başarının bağımlılık yaptığını düşündüğümüzde girişimleri burada kalmayacaktır. Ertem Eğilmez’in vizöründe hayat bulmadan önce karakterlere can verecek oyuncuları bulmaya geldi sıra. Sayfa sayfa reklamlar ve oyunculuk ajansları ile yüzlerce görüşme yapıldı. Kimdi bu ‘İnek Şaban’, ‘Tulum Hayri’ … Onlar, okul sıralarına döndüğümüzde hatırlayabileceğimiz dostlarımızdır. Defterinin arkasına çizdiği resimler ile matematik öğretmeninizden azar işiten arkadaşınız Ahmet’i hatırladınız mı? İsim değiştirdi ve Dilaver olarak izledik onu. Ama o Ahmet zihnimizin bir kenarında zorlar ile arkadaşlık ede ede durdu. Öyle ki sınıfta kalan Hababam’ın uyandığı filmde okuldan kaçış krokisini kara tahtaya çizen İstanbul Teknik Üniversitesi mühendislik öğrencisi Dilaver Gür idi. Demek ki ne matematiği ne de resme olan ilgisini yitirmiş. Gerçi yaptığın işin değeri kadar mutlusun zihniyetinin bezenmeye çalışıldığı okullarımızda bununla savaşan öğretmenlerimiz olsa da çoğu Dilaver kadar şanslı değil.
Oyuncular bulunduktan sonra senaryonun ve set programının verilip işe başladığını düşünenlerdenseniz, emin olun ben de sizdenim, özür dileyerek belirtiyorum ki yanıldınız. Yönetmen Eğilmez, onların genç yaşta olmalarını ve sınıf arkadaşlarının aralarındaki sevgi ve bağlılığın oluşması için onlara bir top verip günlerce futbol oynattı. Takım ruhu ve inanmışlığı kazandırmanın bir başka yolu da bu. Çekimler ise 6 ayın ardından geldi. Maddi imkânsızlıkların içinde beyaz perdeye uyarlandı. Geriye ise kimilerinde televizyonun kanal listesinde arka sıralarda peşi sıra oynayıp duran, benim içinse her izleyişimde farkındalık hazineme yeni mücevherleri kazandıran bir film olageldi.
Peki, Paul’ün sorusu cevap verilen bir tek film ile tatmin edilebilir mi? Cevabım felsefenin ‘nedir’ cevap bulamaması ile aynı: Henüz değil. Biz de eğitim içinde ‘henüz’ü yaşıyoruz. Henüzün 1975’i ise Hababam Sınıfı’dır.
Ahmet DEMİRCİ
Türk sinemasının en iyi yapılarından biri olmasının yanında çok güzel detaylara ve küçük hikayelere sahip bir film