Kimi kitaplar vardır, okuduktan sonra arada bir tekrar elimize aldığımız, acaba okuduğum günden beri "Ben de bir değişiklik yaptı mı?" diye baktığımız ve hatta şöyle bi kendimizi de değerlendirdiğimiz, daha çok bizden daha çok özden gelen kitaplardır bunlar (En sevdiklerimim benim de onlar). Genellikle bu kitaplar iyidir; okurken bir taraftan kolay okunur, diğer taraftan kalıntı bırakır. Kişisel olarak şöyle bir sorgulatır, çevreyi analiz ettirir ve ufak ufak önünü açar insanın. Bu yazıyı da yazarken hem biraz kitap tanıtımı olsun hem de gündeme eşlik etsin istedim, Ahmet Şerif İZGÖREN’in “Süpermen Türk Olsaydı” kitabını…
Yazarı her şeyden önce düşünsel olarak kendime yakın hissettiğim için çok severim. Diğer taraftan bana olumlu katkısı çok olmuştur her kitabında. Yıllar önce okuduğum ilk kitabı “Avucunuzdaki Kelebek”ti. Hikâyeli bir anlatımla sıcacık mesajlar veren bu kitaptan sonra “Şu Hortumlu Dünyada Fil Yalnız Bir Hayvandır” geldi arkasından. Daha sonra “Süpermen Türk Olsaydı Pelerinini Annesi Bağlardı” ve sonrasında özellikle eğitim sistemi üzerine yazdığı ve okurken çok keyif aldığım “Masallarda Bir Peri Çıkar Karşınıza Gerçek Hayatta Öğretmen” oldu. Tarzı, yalın anlatımı, içtenliği ve enerjisini çok iyi... Ve okura kolaylıkla geçiyor bu enerji. Her kitaptan ne aldığımız ve ne anladığımız çok önemli tabi… Yani biraz dişe dokunur kalıntı bırakmalı bizlere okuduğumuz kitaplar…
Bu kitapta onlardan biri yeni baskısıyla “Süpermen Türk Olsaydı”…
“Bir yandan işsiz yoksul cahil insanlar öte yandan ülkenin çarçur edilen kaynakları…
Bir yandan iş yapmadan oturan sürüyle insan, diğer yandan ülkeme katkım olsun diye iyi niyetle çırpınan insanlar;
Ve öte yandan aklı fikri kazanmakta olan, hırs küpü ülke sevgisinden yoksun diğerleri”…
Biraz sondan başladım kitaba ama olsun “Yurt sevgisi ve hoşgörü” diyor bu iki değer varsa şaha kalkarız. Yurt sevgisi ve hoşgörü yan yana şahanedir. Tek başına bırakılırsa yanlış yerlere çekilir”…
Şaha kalkmak şurada dursun, her ne iş yapılırsa yapılsın en iyi standartlarda hakkını vererek yapılması gerekirken, işini iyi yapmaya çalışan insanların giderek azaldığı, hatta işini iyi yapmaya çalışanların saf-salak yerine konulduğu, onun yerine göstermelik, sırf gösteriş olsun diye -mış- gibi yapanların çoğaldığı bir döneme evrildik. Herkes yurdunu seviyor, herkes hoşgörülü, merhametli, sevgi dolu falan ama sadece süslü laflarda güzel söylemlerde böyle… Hoşgörülü olmayı hoş görünmek olarak anladığımız için derdimiz sadece gösteriş oldu…
“Bu ülkeye işini iyi yapmayan insanlardan büyük zararlar geldi. En büyük zararı onlar verdi.” diyor İzgören kitabında… “Orhan Veli, üzeri kapatılmayan bir çukura düştüğü için, bir ihmal, bir iş bilmezlik yüzünden öldü 35 yaşında.” diye örnekliyor. “Belediyeler içi dışı rüşvet, eğitimsiz niteliksiz insanlarla dolu” diye devam ediyor. Ne acı ki niteliksizlik en büyük sorunumuz bizim. “Yurt sevgimizi, hoşgörümüzü iş kalitemizi, girişimciliğimizi, dürüstlüğümüzü adım adım kaybettik” çünkü…
Kitapta eleştirilerle birlikte aslında bizden, bizim içimizden iyi örnekler sunuyor yazar. Yani işini gücünü iyi yapan, iyi niyetle bir şeylerin değişmesi için ön ayak olanları işaret ederken bunları daha çok kendimize minval edinmemizi öneriyor.
Köy köy gezen Ürgüplü Eşekli Kütüphaneci Mustafa Güzelgöz’ün hikâyesini bilmeyenimiz yoktur. Atandığı kütüphaneye kimse gelmiyor diye yönetmeliğe aykırı, işinin dışına çıkarak nasıl daha faydalı olabilirim derdiyle okuyamayan çocuklara ulaşırken vatanını çok sevdiği için yapmıştır bunu. Kitaptaki örneklerde; Polis Akif’in Polikart uygulaması, Aşık Veysel’in köyüne ilk meyve ağaçlarını diken kişi olması, ekonomik yetersizlikler nedeniyle tedavi olamayan çocuklar için LÖSEV’i kuran doktor, binlerce palamut eken yeşil süveterli Hayrettin Karaca ve diğerleri vatanını milletini çok sevdikleri için yapmışlardır bunları. Hep güzel örnekler bizden verilmiş, ne güzel...
Yine bir örnekte “Altı polis müdürü müdürlükten alınıp karakola veriliyor, hiçbir şey yapmadan oturmaktan şikâyet ediyorlar bunlar oysa o insanların faydası olabilecek ne çok alanlar var.” diyor, “hiçbir halt yiyemiyorsan yediğin meyvenin kül tabağına tükürdüğün çekirdeğinin git toprağa ek, ülke ağaç kazansın.”
Boş durup, sadece şikâyet eden insanlardan bize hayır gelmiyor. “Rahat biraz batmalı evet, aldığı maaşın hakkını vermelisin”.
“Eğer bulunduğu yere katkısı yoksa insanın sormalı kendine, acaba benim gözlerim görüyor mu diye? Çalışmaya üretmeye işe yaramaya gönüllü olmak mesele bu... Bu dünyadan göçüp giderken benim de bir katkım oldu diyebilmek, adım atmak gerekiyor, etrafımıza bir faydamız olmalı, gerisi boş...”
Biraz sorgulamak lazım yani, bu dünyada benim izim ne diye kendimize…
“Girişimcilik bulunduğun yere yenilik katmaktır. Girişimci idealist ruh yok olmuş herkes işini idareten yapıyor. Sevgi kültürü korumacılık kollamacılık üzerine gelişmiş.” diyor yazar kitapta.
“İçimizdeki motivasyonu hayata bir şeyler katma isteğini, ülke sevgisini kaybettik.”
Kasap benden daha fazla kazanıyor diye şikâyet eden öğretmenden çok, öğrencileri çileğin tadını bilmiyor diye tüm köyü çilek bahçesine çeviren öğretmenlere ihtiyaç var…
1923'te okuma yazma oranı %8’iken 1923-1945 yılları arasında dünyanın en hızlı büyüyen ikinci ekonomisi seviyesine çıkaran insan motivasyonu lazım bize…
Girişimciliğin önündeki en büyük engel “...ama bizim o imkanlarımız yok, o yaptı da ne oldu o yaptıysa arkasında adamı vardır” cümleleri. “Olay, sosyal imkân değil cevher” diyor yazar. “İş hayatında nereye varacağınız sizin iş kaliteniz belirler.” diyor ayrıca...
Siyasi gücün, torpilin ve adam kayırmanın yanlışlarından çok çekti bu ülke. Fakat bizde bu çarkın içinde torpili görmezden geliyorsak şikâyet etmeye hakkımız yok. Siyasi güçle, torpille bir yerlere gelenleri eleştirirken bir yandan da kullanmak için biz de fırsat gözlüyorsak bu çarkın içindeyiz demektir. Şikâyet ettiğimiz her alanda iyileştirmek için çabamız olması gerekiyor.
Ve her problemin bir çıkış yolu illa vardır.
“İki tür insan olursun, işini seven, işinin hakkını veren, dürüst namuslu ya da diğeri”…
Dürüstlük kavramında taksicinin bir para üstü hikâyesi var. Ve oradan çıkan sonuç “...çocuklar dudaklarınızı değil ayaklarınızı izlerler, yaptığınız her şey attığınız her adımda çocuklarınızı eğitirsiniz.” diyor. Kendi çocuklarımızdan değil sadece, toplumun bütün çocuklarından sorumluyuz. Elinden gelenin en iyisini yaptığımızda iyiliğin karşılığını görüyoruz. Yol da açılıyor, şans da. Yoksa beklentiyle ya da iyi desinler diye yapılan iyilikten de kimseye bir hayır gelmiyor.
Her fırsatta nasıl kaytarırım, nasıl başkasının üzerine iş yıkarım, nasıl bir uyanıklıkla arkadan dolap çeviririm ve nasıl gösteriş yaparak iyi rol oynarım insanlarından çok sıkıldık evet…
“Her zaman başaramayabiliriz ama en azından çalışmaya, iyiye, iyiliğe örnek olabiliriz.”
“Kişisel gelişmeyi bırakıp toplumsal gelişmeye bakmalıyız.”
“Bu ülkede üç şey bir araya gelmedi; politika, dürüstlük ve akıl.”
“Gram yetkisi olan insanlarda bir hava bir surat işin kalitesi o çünkü.. İnsanlar işini acil durum maskelerinin nasıl anlatıldığını anlatan hostes suratıyla yapıyorlar. Bizde herkes işini ne kadar iyi yaptığını anlatır durur kendi başarılı değilse çocuğunu anlatır durur işini iyi yapıyorsa bunu illa birileri görür senin anlatmana gerek kalmaz zaten. İnsanlara anlatmayın sadece yapın”… (En sevdiğim cümlelerden...)
Sevgi kültürü şahane bir şeydir. Önce sevgi sonra yine sevgi. Sadece sevgi duygusu yüce olan insanlar işine ekmeğine vatanına milletine daha fazla sarılabilir. “İnsanın hası bu ülkede” hiç uzakta aramayalım…
“Anadolu insanı irfan ehli, iyi hikâyelerle büyüdü bizim insanımız.” diyor.
Peki böyle bir ülkede neden bunları yaşıyoruz??? diye de soruyor…
“Bir ülkeyi ancak ayrıştırarak durdurursunuz.” demiş kitapta İzgören… Çünkü her konuda ayrışmaya çok müsaitiz. Bütün enerjimizi boş konularla harcıyoruz. Bir diğer nokta, “Kendini acayip ciddiye alıp işini ciddiye almayan insan topluluğu olduk.” ciddiye aldığımız şey kendimiz değil işimiz olsun…
“Neyi ne kadar çok duyarsak onu gerçek zannediyoruz. Hele çocuklara neyi ne kadar çok gösterirsek onu gerçek zannederler.”
“Bir nifak bir pislik bir yerden başladı mı durdurmak zordur. Vatanının sevmeyen bir kişinin kendini sevme ihtimali yoktur. Kendini sevmeyenin de mutlu olma ihtimali yoktur. Sevgisiz merhametsiz insanın kimseye hayrı yoktur…”
Evet neden bu hâldeyiz…
Birbirimize düşmeden kendi içimize düşmek lazım biraz daha…
Önce kendimizi iyileştirmeden iyileşmek mümkün görünmüyor. Başkalarının kusurlarından çok kendimizle yüzleşmekten geçiyor tüm incelikler ve kendi kusurlarımıza kılıf bulup savunmadan pardon demekle başlıyor kendimizle yüzleşmeler…
Önce kendimizi iyileştireceğiz, başka yolu yok…
Ve kitaptan son cümle olsun ;
“Üç tür adam vardır. Başkalarının üzerinden geçinenler, sırf kendisi için çalışanlar ve
kendisi ve ülkesi için çalışanlar.”
En çok ülkesi için çalışanların çoğalması dileğiyle…
Keyifle okunası kitap…
Nermin ELMAS
Comments