top of page
Yazarın fotoğrafıEğitimlik

Yetinmeyi Biliyor muyuz?

Güncelleme tarihi: 16 Nis 2020

Çocukken aç kaldığımızı, yemek bulamama sorunumuz olduğunu hiç bilmedik. Böyle bir şeyi yaşadığım süre boyunca hiç deneyimlemedim. Varlıktan değil, tam tersine yokluğun verdiği güçten ve var olanla geçinebilmekten sanırım. Muhtemelen ülkemizde de yıllardır gerçek anlamda aç kalan, yiyecek ekmek vs. bulamayan, aç yatan, yaşayan belki istisnalar olsa da çoğunluğun böyle bir deneyimi olduğunu da düşünmüyorum. Köyde, çocukluğumda çok küçük bir bakkal vardı; o da iki kilometre ötede diğer mahallede. Yani öyle istediğimiz zaman bakkala gitme gibi bir lüksümüz de hiç olmadı. Zaten bakkalda da temel ihtiyaçlar dışında alınabilecek -kokusunu hâlâ hatırladığım açık satılan gofret, bisküvi ve lokum dışında- pek bir şey olmazdı. Çok nadiren köye bir şeyler satmaya gelen birileri olsa da onlarda kumaş, plastik ev gereçleri, incik-boncuk şeyler satarlardı. Yani bakkalsız, marketsiz alışverişsiz büyüdük tüm köyde yaşayanlar olarak. O dönemlerde ihtiyaçlar özellikle sonbaharda hasat sonunda toplu hâlde karşılanır, kış içinde aylarca kimse bir şeye ihtiyaç duymazdı. İhtiyaç olmaz mıydı; olurdu elbette ama olanla idare etme, var olanla geçinme gibi temel bir felsefenin içselleştirilmiş olması ve yazdan mümkün mertebe yapılan pek çok hazırlık o ihtiyacı en aza indirirdi. Annem “ambarda unun varsa her şeyin vardır” der, ekmeğini zaten kendisi yapar, onlarca hamur çeşidi yiyeceklerle hem ekmek hem de yemek sayılacak yiyecekler hazırlardı. Annem ve babam kendi çocukluklarını anlatırken, yaşadıkları şartlarda kendilerini çok varlıklı görür (çünkü kendi çocuklukları çok daha zorlu koşullarda geçtiği ve kendi anne babaları Kurtuluş Savaşı ve göç deneyimi yaşayıp o hikâyelerle büyüttükleri için var olan hâllerine her daim şükrederlerdi. Onlara göre yokluğu, acıyı, açlığı, evsizliği vs. deneyimlemiş bir kuşak, geride bir gerçek vardı ve gerçek hikâyeler yaşamış bir neslin çocuklarıydı. Annem yazdan yenebilecek ne varsa hepsini ya kurutur ya turşusunu kurar ya da toprağa gömerek kışa hazırlık yapardı. Ben 8 yaşındaydım elektriğin köye geldiğindeki buzdolabının ve televizyonun alındığı zamanı da çok net hatırlıyorum.

Aslında insanoğlu temel ihtiyaçlar konusunda bir biçimde önlem almayı her devirde başarmış ve yaşantısını ona göre düzenlemeyi öğrenmiştir. Yaşadığımız çağda gelinen nokta ihtiyaçlar konusunun karmaşıklaşmasıdır. Temel ihtiyaç denildiğinde gerçek anlamda hayati önem taşıyan zorunlu ihtiyaçları mı anlıyoruz; yoksa yokluğunda bizi haz duygusundan mahrum edecek sınırsız çeşitliliği mi? Gerçek şu ki Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisindeki en alt düzeyi doyuramıyoruz. Aslında yetinmeyi bilmiyoruz, en küçük bir tehlike hissinde açlık korkusu yaşıyoruz. Bunun altında açlık korkusundan ziyade tatminsizlik, doyumsuzluk, bilinçsizlik, körlük ne dersek hepsi var.


Korona salgınına yönelik önlemler alınmaya başladığından itibaren evde kalmanın en iyi korunma yöntemi olduğu, fiziksel izolasyonun önemi, temizlik ve hijyen konularında yetkililer günün neredeyse 24 saati açıklama yapıp, o kadar uyarı, ikaz, bilinçlendirme çalışmalarıyla her kanaldan her bireye ulaşmaya çalışılsa da görüyoruz ki bir yerlerde bir şeyler eksik. Önce 65 yaş, ardından 20 yaş altı sokağa çıkma yasağı konulsa da yasak genele yayıldığında izolasyonun ne kadar hiçe sayıldığını da gördük. İki günlük bir yasak ilanının hemen ardından sokağa dökülen, sürü psikolojisiyle ne alacağını bilemeyen, bilinçsizce ne bulduysa almaya çalışan insan manzaralarını hep birlikte izledik. Yasak geç haber verildi, panik yarattı, zamanlama yanlıştı vs. pek çok eleştiri yapılsa da işin özü, bu garip çılgınlık hâlinin gerçek yoklukla, aç kalma korkusuyla değil tamamen bilinç ve duygusal farkındalık eksikliğinden kaynaklanıyor olması. Biraz da alınan önlemlere karşı duyarsızlık ve ihtiyaç kavramının şekillendirilememesi.


Yetinmeyi bilmiyoruz. Sadece çocuklarımızı değil, kendimizi hayatın iyi-kötü her şartına ve karşılaşabileceğimiz zorluklar konusunda eksik yetiştiriyoruz. Yaşamın anlamını sahip olduklarımızda değil, olamadıklarımızda ararken, hızlanan hayatımızda tümden bencilleştik, şimdi yavaşlayamıyoruz. Hayatın sakin döngüsünü fark edemeyip, her şeyi aceleyle tükettiğimiz için stresten arınamıyoruz. Tatminsiz, rekabetçi, kendi kabulünü gerçekleştirememiş bireyler olarak her fırtınada dağılmaya mahkûmuz. Sadece bu dönem için değil, her durum için duygusal dayanıklılığımızı arttırmamız gerekiyor. Duygusal dayanıklılığı zor durumlarda olumlu tepkiler verebilme olarak algılarsak, kendi duygularımızı okuma ve yönetme becerilerini edinmemizin belki de tam zamanı...


Nermin ELMAS


155 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


EĞİTİMLİK

eğitimi düşünen blog

bottom of page